Ağıt, yüzyıllardır mekân ve zamanda varlık bulan bir olgudur. Ölüm, yas, büyük felaketler ile birlikte ağlamanın gerçekleş (tiril) mesiyle gözyaşının vücut bulmasıdır. Sesi, sözü vardır; ama her şeyden önce kalıpları yoktur. Ağlama, insanları bağlayan bir unsurdur. Toplumsal birlikteliğe yapılan atıflarda çekilen ortak acılara merkezî bir yer verilir. Toplumsal belleğe işlenen bu acıların vücut bulduğu bir uğraktır ağıtlar. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde, farklı renklerde insanların benzer acılara sahip olmasıyla çeşitlenen ağıt, insanları birbirine bağlayan bir gerçekliktir. Ağıt, insanın ve acının varoluşuyla başlamıştır ve insan olduğu sürece devam edecektir. Kimileri bunu mesleki olarak “icra ederken” kimileri de bizzat yaşayarak kelama dökerler. Türkiye’de çeşitli yörelerde, çeşitli ağızlarda, çeşitli dil ve söylemlerle gerçekleştirilen bu eylem (ağıt), kendine ortak bir payda bulur: Acı. Ağıt,“ortak” acının dillenmesidir. Bir duygu arşivi ve tarihi oluşturur. Ağıdın, sosyolojik bilgi yahut muhayyileye değen tarafı, onun toplumsal dayanışmayı, paylaşmayı merkeze almasıdır. Ağıt kolektif bilincin tezahürüdür. Ağıdın cinsiyeti yoktur, fakat ağıt yakıcılar (yananlar) genellikle kadınlar (analar) dır. Ağıt, geleneksel (şifahi) olarak “el alma” ile varlığını devam ettirir. Bu makalede, Durkheim’ın kollektif bilincine atıfla ağıdın toplumsal boyutu ele alınacaktır.